7 Eylül 2015 Pazartesi

ananemin limonata bardakları


                                                                                    daha şimdiden: tarfisiz bir özlemle...
                                                                                                        
I.

Genç de olsa bilir insan, Fatma’nımın baş rolünde olduğu hikayeleri. Yeterince dinlemiştir zira. Ama ne kadar dinlese de bitmez bir türü.

Kahvaltı etmeyi sevmem ben. Sabahları bok gibi uyanırım. Inanılmaz sevimsiz olurum bu sebepten. Hele de akşam iyi yerimden yatmamışsam... Sabah seri katil potansiyeli çizerim.

O kafayla uyanınca ilk işim önüme gelenden nefret etmek olur. En başta kahvaltı etmekten. Sonra hazırlanmak zorunda olmaktan. Gitmekten..

Aslında kahvaltıyı reddedişim sırf o iki  dakikayı daha yatağın içinde geçirebilmek içindir. Yatağın içi hala sıcak, bedenim uyuşuk, gevrek… ve eğer annem hala piyasada yoksa eğer epey işe yarar taktiktir bu üstüne yattığım.

Hoş, kahvaltısız evden çıkınca daha beter boka benzerim o ayrı.
Kahvaltıya dair nefret ettiğim başka bir şey varsa, o da yumurtadır. Tadı sabah erken uyanmanın kekremsiliği kadar rezil, bir o kadar da mide bulandırıcı…

Yumurta yani: cıvık… Potansiyel bir hayvanın leşi. Içindeki sarısı beyazı karışmaz bir türlü. Arada daha iğrenç bir sıvı daha var, ne idüğü belirsiz; isimsiz ve de aynı zamanda sıfatsız. Yağda yumurta da bile pişmez bir türlü, kalır jelatin gibi tepesinde sarısının. Yok haşlanmış yumurtaysa eğer o ayrı. Yumurta es kaza sıvı kıvamdaysa yerli yersiz sümük gibi çıkar kaşığın üstüne. Kurtulmaya çalıştıkça o yapışır. Ağıza atınca o sümüksü his hızla ağıza dağılır. Şindirilmeden mideye iner utanmadan. Mide bulanmaya başlar ama çok geç.. ya çıkartacaksın ya da unutacak ne halt yediğini. Öyle melûn bir şey.

Bir de bütün yaz yemek zorunda olduğunuzu düşünün… Benim başıma geldiği o yazdan beri o tahammül edemem; ne kokusuna, ne de dokusuna.

Ama annem çok sever. Yani öyle böyle değil. Tüm bu trajedinin sebebi de odur zaten. Dört çocuk. Bizimki evin en küçük kızı.  Bir küçüğü daha var aslında. Dayım. Erkek çocuk: evin en değerlisi. Aslında bu evde her şey yokluk, kıtlık üzerine. Yumurta da kıt tabii. Öyle herkese yetecek kadar yok. Eğer ortada yenilebilecek bir yumurta varsa o da en başta oğlanın hakkı. Daha çocuk büyüyecek, gelişecek… Iyi beslenmeli. Sağlıklı olmalı. Evine hayırlı olmalı; hatta mümkünse vatanına, hatta ve hatta milletine de öyle. Atasını da saymalı.. vesaire vesaire.

O arada da bizim kızlar kaynamış işte. En başta da annem. Ben olsam öpüp başıma koyarım ananemin yumurtaya dair bu stratejisini. Umrum olmaz. Ama kahretsin! Annem doğuştan bir yumurta delisi. Yokuktan mı, ağız tadı mı bilinmez.

O seviyor ya, ben de sevmeliyim. Her sabah yemeliyim. Ne de olsa Fatma’anımın eseriyiz hepimiz: ben de sağlıklı büyüyüp gelişmeli,  ben de vatanıma milletime yararlı bir birey olmalı, ben de küçüklerimi sevmeli büyüklerimi saymalıyım…

Sevemedim işte bir türlü. Onca yıl sonra o saçma sapan çıkının içinden çıkınca bakakaldım. 



II.

Ben gördüm, evet ;
yüzündeki bütün o ifadeyi –ya da ifadesizliği mi demeli?- Cümle anlamsızlığı gördüm kasılan tek bir mimikte.

Aslında bir anlık bir tepki değil. Haklıdır belki, bilinmez. Bilinse de söylemez. Hele de bencileyin sessiz ama bir o kadar şeffafsanız. E bilince de bilinmezlikten hiç gelinmez.

Efendim yabancısı değilim ben. Ne buranın - eh, alıştık sayılır artık nihayetinde - ne de oranın. Ilk vakitler altımızdık. Hepimiz limonata bardağıydık. Çok şatafatlı sayılmazdık elbet. Ince, uzun, hafif kristal desenli. Lakin neler görmedik neler... Dört çocuk büyüdü gözümüzün önünde.  Eksildik bazen; bazen de eklendik. Ama ben hep oralardaydım. Mutfakta,  Bayram seyran gelsin de, Fatma’anımın bize kıyıp ortaya çıkarsın diye…
alttaki vitrinin hemen ilk rafında beklerdik sıramızı.

Ama es kaza serviste sunulursak da bilirdik – yani her birimiz- : Her halde epey önemli biri olacak misafirimiz. Kırım kırım kırıtırdık o vakit elalemin elinde. Mutfağa dönüp yerimize yerleştirilince de bizden alası olmazdı. O rafları paylaştığımız her kim varsa cümlesine caka satardık becerebildiğimizce. Kurumumuzdan geçilmezdi. Öyle ya.. biz varken diğer bardaklara söz mü düşerdi?

Iş bu sebepten efendim, evde olan biten ne kadar önemli olay varsa bizzat şahidimdir. Zira oradayımdır. Orada değilsem de mutfaktaki rafta, kulağı tetikte.. Evin oğlu isteyip de anasına beğendiremediği kızla beraber evden kaçtığında bize pek iş düşmedi mesela. Ama duyduk olanca gümbürtüyü. (Sade biz değil, tüm mahalleli duydu Fatma’nımın böğürtüsünü ya, o ayrı. ) Küçük kıza görücü geldiğinde ya da nişanlandığında ama durum farklıydı. Yine diğer özel günlerdeki gibi tüm yük bizim omuzumuza kaldı.

Hiç hayalkırıklığına uğratmadık Fatma’anımı.. o nasıl istediyse öyle olduk. O sundu biz dolduk. Öyle günlerdi; geldi geçti. Bugünümüze alnımızın akıyla geldik şükür.

Hatta öyle ki, kimsenin işine yaramaz hale geldik. Ancak bayramda kalabalık misafir olduğunda… E artık Fatma’anım da 80’ine merdiven dayamıştı. Bize de rafta gevşek gevşek oturmak kaldı.

O ara bir şeyler oldu, tam ben de anlayamadım. Küçük torun okul kazandı bu şehre taşındı. Anası olacak evin küçük kızı da –hani şu telli duvaklı gelinlikle çıkıp giden- öğrenci evine eşya diye ne varsa denkleştirme telaşına kapıldı. O ara bi baktım: a a! işte bu raftayım.

Yok, taşındık diye çok üzülmedim. Burada en azından az biraz daha iş güç var. Ara sıra da olsa beraber demleniyoruz. Günahı onun boynuna tabi, benim bir suçum yok bu işte! Ben sadece yardım ve bardaklık yapıyorum. (Ah ahh… Fatma’anım olsa neler demez, tuzla buz etmez mi o kadehi!?. )

Öylesi günlerin biriydi. Bizim kız gece eve gelmedi. Hoş… her gece eve geliyor diye bir kaide de yoktu amma… Ertesi gün geldiğinde elinde tanıdık bir çıkın vardı. Yan göz yan göz baktım ne var ne yok diye. Ilginçtir kokusu bile tanıdıktı. Sakın bu kız bizim eski evden geliyor olmasındı? Olur mu olur, benim ananem değil ne de olsa.

Kız açtı çıkınını. Önce bayatlamış çikolatalar çıktı. Koydu onları kenara. Sonra o her zamanki pastanenin böreği ve elmalı kurabiyesi; besbelli geçen bayramdan kalma Kadıköylüler getirmiş. Onları da kahvaltı için ayırdı, tepsinin üzerine koydu. Derken son bir şey daha kağıda sarılı... Işte o an gördüm kasılan o tek bir kası:

Tiksindiğinden de fazlasıydı anlamı.

30.11.12



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder