I.
Genç de olsa bilir insan, Fatma’nımın
baş rolünde olduğu hikayeleri. Yeterince dinlemiştir zira. Ama ne kadar dinlese
de bitmez bir türü.
Kahvaltı etmeyi sevmem ben. Sabahları
bok gibi uyanırım. Inanılmaz sevimsiz olurum bu sebepten. Hele de akşam iyi
yerimden yatmamışsam... Sabah seri katil potansiyeli çizerim.
O kafayla uyanınca ilk işim önüme
gelenden nefret etmek olur. En başta kahvaltı etmekten. Sonra hazırlanmak
zorunda olmaktan. Gitmekten..
Aslında kahvaltıyı reddedişim sırf o
iki dakikayı daha yatağın içinde
geçirebilmek içindir. Yatağın içi hala sıcak, bedenim uyuşuk, gevrek… ve eğer
annem hala piyasada yoksa eğer epey işe yarar taktiktir bu üstüne yattığım.
Hoş, kahvaltısız evden çıkınca daha
beter boka benzerim o ayrı.
Kahvaltıya dair nefret ettiğim
başka bir şey varsa, o da yumurtadır. Tadı sabah erken uyanmanın kekremsiliği
kadar rezil, bir o kadar da mide bulandırıcı…
Yumurta yani: cıvık… Potansiyel bir
hayvanın leşi. Içindeki sarısı beyazı karışmaz bir türlü. Arada daha iğrenç bir
sıvı daha var, ne idüğü belirsiz; isimsiz ve de aynı zamanda sıfatsız. Yağda
yumurta da bile pişmez bir türlü, kalır jelatin gibi tepesinde sarısının. Yok
haşlanmış yumurtaysa eğer o ayrı. Yumurta es kaza sıvı kıvamdaysa yerli yersiz
sümük gibi çıkar kaşığın üstüne. Kurtulmaya çalıştıkça o yapışır. Ağıza atınca
o sümüksü his hızla ağıza dağılır. Şindirilmeden mideye iner utanmadan. Mide
bulanmaya başlar ama çok geç.. ya çıkartacaksın ya da unutacak ne halt yediğini.
Öyle melûn bir şey.
Bir de bütün yaz yemek zorunda
olduğunuzu düşünün… Benim başıma geldiği o yazdan beri o tahammül edemem; ne
kokusuna, ne de dokusuna.
Ama annem çok sever. Yani öyle
böyle değil. Tüm bu trajedinin sebebi de odur zaten. Dört çocuk. Bizimki evin
en küçük kızı. Bir küçüğü daha var
aslında. Dayım. Erkek çocuk: evin en değerlisi. Aslında bu evde her şey yokluk,
kıtlık üzerine. Yumurta da kıt tabii. Öyle herkese yetecek kadar yok. Eğer
ortada yenilebilecek bir yumurta varsa o da en başta oğlanın hakkı. Daha çocuk büyüyecek,
gelişecek… Iyi beslenmeli. Sağlıklı olmalı. Evine hayırlı olmalı; hatta
mümkünse vatanına, hatta ve hatta milletine de öyle. Atasını da saymalı..
vesaire vesaire.
O arada da bizim kızlar kaynamış
işte. En başta da annem. Ben olsam öpüp başıma koyarım ananemin yumurtaya dair
bu stratejisini. Umrum olmaz. Ama kahretsin! Annem doğuştan bir yumurta delisi.
Yokuktan mı, ağız tadı mı bilinmez.
O seviyor ya, ben de sevmeliyim. Her
sabah yemeliyim. Ne de olsa Fatma’anımın eseriyiz hepimiz: ben de sağlıklı
büyüyüp gelişmeli, ben de vatanıma
milletime yararlı bir birey olmalı, ben de küçüklerimi sevmeli büyüklerimi
saymalıyım…
Sevemedim işte bir türlü. Onca yıl
sonra o saçma sapan çıkının içinden çıkınca bakakaldım.
II.
Ben gördüm, evet ;
yüzündeki bütün o ifadeyi –ya da
ifadesizliği mi demeli?- Cümle anlamsızlığı gördüm kasılan tek bir mimikte.
Aslında bir anlık bir tepki değil.
Haklıdır belki, bilinmez. Bilinse de söylemez. Hele de bencileyin sessiz ama
bir o kadar şeffafsanız. E bilince de bilinmezlikten hiç gelinmez.
Efendim yabancısı değilim ben. Ne
buranın - eh, alıştık sayılır artık nihayetinde - ne de oranın. Ilk vakitler
altımızdık. Hepimiz limonata bardağıydık. Çok şatafatlı sayılmazdık elbet.
Ince, uzun, hafif kristal desenli. Lakin neler görmedik neler... Dört çocuk
büyüdü gözümüzün önünde. Eksildik bazen;
bazen de eklendik. Ama ben hep oralardaydım. Mutfakta, Bayram seyran
gelsin de, Fatma’anımın bize kıyıp ortaya çıkarsın diye…
alttaki vitrinin hemen ilk
rafında beklerdik sıramızı.
Ama es kaza serviste sunulursak da
bilirdik – yani her birimiz- : Her halde epey önemli biri olacak misafirimiz.
Kırım kırım kırıtırdık o vakit elalemin elinde. Mutfağa dönüp yerimize yerleştirilince
de bizden alası olmazdı. O rafları paylaştığımız her kim varsa cümlesine caka
satardık becerebildiğimizce. Kurumumuzdan geçilmezdi. Öyle ya.. biz varken
diğer bardaklara söz mü düşerdi?
Iş bu sebepten efendim, evde olan
biten ne kadar önemli olay varsa bizzat şahidimdir. Zira oradayımdır. Orada
değilsem de mutfaktaki rafta, kulağı tetikte.. Evin oğlu isteyip de anasına
beğendiremediği kızla beraber evden kaçtığında bize pek iş düşmedi mesela. Ama duyduk
olanca gümbürtüyü. (Sade biz değil, tüm mahalleli duydu Fatma’nımın böğürtüsünü
ya, o ayrı. ) Küçük kıza görücü geldiğinde ya da nişanlandığında ama durum farklıydı.
Yine diğer özel günlerdeki gibi tüm yük bizim omuzumuza kaldı.
Hiç hayalkırıklığına uğratmadık
Fatma’anımı.. o nasıl istediyse öyle olduk. O sundu biz dolduk. Öyle günlerdi;
geldi geçti. Bugünümüze alnımızın akıyla geldik şükür.
Hatta öyle ki, kimsenin işine
yaramaz hale geldik. Ancak bayramda kalabalık misafir olduğunda… E artık
Fatma’anım da 80’ine merdiven dayamıştı. Bize de rafta gevşek gevşek oturmak
kaldı.
O ara bir şeyler oldu, tam ben de anlayamadım.
Küçük torun okul kazandı bu şehre taşındı. Anası olacak evin küçük kızı da
–hani şu telli duvaklı gelinlikle çıkıp giden- öğrenci evine eşya diye ne varsa
denkleştirme telaşına kapıldı. O ara bi baktım: a a! işte bu raftayım.
Yok, taşındık diye çok üzülmedim.
Burada en azından az biraz daha iş güç var. Ara sıra da olsa beraber
demleniyoruz. Günahı onun boynuna tabi, benim bir suçum yok bu işte! Ben sadece
yardım ve bardaklık yapıyorum. (Ah ahh… Fatma’anım olsa neler demez, tuzla buz
etmez mi o kadehi!?. )
Öylesi günlerin biriydi. Bizim kız
gece eve gelmedi. Hoş… her gece eve geliyor diye bir kaide de yoktu amma… Ertesi
gün geldiğinde elinde tanıdık bir çıkın vardı. Yan göz yan göz baktım ne var ne
yok diye. Ilginçtir kokusu bile tanıdıktı. Sakın bu kız bizim eski evden
geliyor olmasındı? Olur mu olur, benim ananem değil ne de olsa.
Kız açtı çıkınını. Önce bayatlamış çikolatalar
çıktı. Koydu onları kenara. Sonra o her zamanki pastanenin böreği ve elmalı
kurabiyesi; besbelli geçen bayramdan kalma Kadıköylüler getirmiş. Onları da
kahvaltı için ayırdı, tepsinin üzerine koydu. Derken son bir şey daha kağıda
sarılı... Işte o an gördüm kasılan o tek bir kası:
Tiksindiğinden de fazlasıydı
anlamı.
30.11.12
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder